Yıldız Ecevit: “Kadın araştırma merkezleri ile kadın hareketi arasında bağlantı kurulmalı.”
“…böyle özgün araştırma ve projelerle, şu an kurduğumuz dernek gibi kurumsal çatılarla kazanımlarımızı, parça parça orada burada duran birikimlerimizi birleştireceğiz. Biz birbirimize bağlanacağız, birbirimize sarılacağız. Sen bana güç olacaksın, ben sana güç olacağım. Başka türlü olmaz, çok zor…”
Gülşah Torunoğlu: Hocam, hoş geldiniz! ODTÜ’de Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Çalışmaları ne zaman kuruldu, nasıl bir yapılanmaya gitti, oradan başlayalım isterseniz.
Yıldız Ecevit: Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde Kadın Çalışmaları Yüksek Lisans Programı’nı 1994’te kurduk. Kuruluş aşamasında dünyadaki benzer programların ayrıntılı bir incelemesini yaptık ve müfredatımızı da bu incelemenin sonunda hazırladık. Biz şanslıydık, çünkü üniversitede programa uygun dersleri verebilecek öğretim üyesi sayımız yüksekti. Bu alanda çok önceden çalışmaya başlamış öğretim üyelerimiz de vardı. Birçok kişi şimdi anlatacaklarımı bilmez, burada ben anlatayım. ODTÜ’de ilk Kadın Çalışmaları dersinin veriliş tarihi 1977’dir. A.B.D.’de doktorasını yaparak Türkiye’ye dönen Seyhan Aydınlıgil, ‘Kalkınma Kavramsallaştırmasında Kadın’ dersini Sosyoloji Bölümü lisans programı kapsamında açtı. O kadar erken yani! Seyhan Aydınlıgil Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı Türkiye Direktörü olduktan sonra, bu ders yerine Nükhet Sirman ‘Women in Society and Economy’ adı ile bir ders vermeye başladı. Onun Ankara’dan ayrılışından sonra da bu dersi ben devir aldım ve 1994’te yüksek lisans programının kuruluşuna kadar verdim.
Yani Türkiye’de toplumsal cinsiyet ve kadın çalışmaları alanında ilk dersleri açan Orta Doğu Teknik Üniversitesi’dir ama yüksek lisans programımızın kuruluşu itibariyle İstanbul Üniversitesi’nden sonra ikinci geliriz. İstanbul Üniversitesi felsefe profesörü Prof. Necla Arat ve arkadaşları, 1990 yılında Kadın Araştırmaları Derneği’ni ve rektörlüğe bağlı olarak Kadın Sorunları Araştırma ve Uygulama Merkezi’ni kurdular. Bu merkez Kadın Araştırmaları Konferansları dizisini başlattı. Merkezin en önemli faaliyetlerinden biri kadın konulu çalışmalar yapan veya bu çalışmalara yeni başlamış akademisyenleri davet ederek kadın sorununun (o yıllarda böyle diyorduk!) çok çeşitli boyutlarıyla tartışılmasını sağlamak oldu. Konferans metinleri Necla Arat’ın editörlüğünü yaptığı kitaplarda yer aldı ve bu kitaplar ’90’lı yılların başında önemli bir boşluğu doldurdu. Arat ve arkadaşları 1992 yılında Sosyal Bilimler Enstitüsü’ne bağlı ve felsefe, hukuk, iktisat ve tıp bilim dallarının işbirliği ile Türkiye’de ilk disiplinlerarası kadın araştırmaları yüksek lisans programını başlattılar. Yine merkezin önemli bir faaliyeti olarak 1993 yılında Kadın Araştırmaları dergisini hayata geçirdiler. Bu dergi uzun yıllar kadın konulu araştırmalar yapan araştırmacıların çalışmalarını yayınlatabildikleri değerli bir platform oldu.
Biz, söylediğim gibi, yüksek lisans programını 1994’te başlattık. Programımız hem ders veren öğretim üyeleri hem de bu programı seçen öğrenciler itibariyle tam bir disiplinlerearası nitelik taşıyordu. Sosyoloji, siyaset bilimi ve kamu yönetimi, psikoloji, tarih, iktisat ve işletme gibi birçok sosyal bilim dalının hoca ve öğrencileri aynı programda buluştular. Programın özelliğinin hakkını verircesine, çok çeşitli disiplinlerden başvuru aldık. Öğrencilerimiz arasında sadece sosyal bilim dallarından değil, matematik, bilgisayar mühendisliği, mimarlık gibi dallardan mezun olanlar da vardı ve çok başarılı oldular. Zamanla öğretim kadromuz genişledi. ODTÜ bünyesinde veremediğimiz dersler için başka üniversitelerden öğretim üyelerini de kısmi statülü olarak ders vermek üzere davet ettik.
GT: Sizin programınızın adı başlarda “Kadın Çalışmaları Yüksek Lisans Programı” olarak geçiyordu, son yıllarda “Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Çalışmaları” olarak geçiyor.
YE: Evet, biz programımıza “Gender and Women’s Studies Graduate Program” adını vermiştik ve rektörlükten de karar böyle çıkmıştı. Ancak o yıllarda ‘gender’ karşılığı olarak ‘toplumsal cinsiyet’ pek az kullanılmaktaydı. Bu nedenle ‘Kadın Çalışmaları Programı’ demeyi yeğledik. Sonra toplumsal cinsiyet kavramı Türkiye’de yaygın olarak kullanılmaya başlandı. 2006-2017 yılları arasında programın başkanlığını yaptım ve bu arada Sosyal Bilimler Enstitüsü’ne başvurarak adımızın kuruluş kararımızda yer aldığı gibi kullanılabilmesi için değişiklik talebinde bulundum. Son on senedir de böyle kullanıyoruz.
GT: Türkiye’de üniversitelerde kadın ve toplumsal cinsiyet çalışmaları kurumsallaşması farklılıklar gösteriyor. Bazı üniversitelerde kadın ve toplumsal cinsiyet çalışmaları yüksek lisans programları var, diğerlerinde lisansüstü eğitim vermeyen araştırma merkezleri olarak bir kuurmsallaşma gözlemliyoruz. ODTÜ’de yüksek lisans programının yanı sıra bir de merkez var mı?
YE: Hayır… Biz bir merkez kurmadan, doğrudan doğruya yüksek lisans programı açtık ama evet, genel olarak birçok üniversitede merkez ve program birlikte var oluyor. Merkezler doğrudan rektörlüklere bağlı. Yüksek lisans programları da Sosyal Bilimler Enstitüleri’ne bağlı. Yüksek lisans programlarının sayıları uzun zaman sınırlı kaldı. İstanbul Üniversitesi (1992), ODTÜ (1994) Ankara Üniversitesi (1996) ve Ege Üniversitesi (1999) öncü üniversiteler oldu ama yine de az sayıdaydılar. Bugün 18 yüksek lisans programı var. Ayrıca toplumsal cinsiyet ve kadın çalışmaları alanında doktora programları da açılıyor. Şimdilik bu programlar Ankara Üniversitesi, Koç Üniversitesi, Kadir Has Üniversitesi, Sabancı Üniversitesi, Akdeniz Üniversitesi ve Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesi’nde var.
Merkezlere gelince… Yüksek Öğretim Kurumu (YÖK) ’90’ların ikinci yarısında bütün üniversitelerde kadın araştırma merkezleri kurulmasına dair bir karar aldı ve bundan sonra sayıları hızla artmaya başladı. Programı olmayan birçok üniversitede toplumsal cinsiyet ve kadın konularına ilgi duyulması bu merkezler sayesinde oldu. Bugün sayıları 70’i aşan üniversitede kadın araştırma ve uygulama merkezi var.
GT: Bu merkezlerin amaçları ve faaliyetleri hakkında biraz bilgi verebilir misiniz hocam? Türkiye’de kadın ve toplumsal cinsiyet çalışmaları alanının ilerlemesinde merkezlerin rolü nedir?
YE: Kadın araştırma ve uygulama merkezlerinin bugüne kadar yaptıkları katkıları Türkiye’de toplumsal cinsiyet ve kadın çalışmaları alanının gelişimi açısından önemli buluyorum. Çok fonksiyonlu bu merkezlerin yaptıklarını genel olarak araştırma, eğitim ve uygulama olarak üç grupta toplayabilirim. Her şeyden önce bunlar araştırma merkezleri. Bunlardan bazıları üniversite kaynaklarını, bazıları TÜBİTAK gibi kuruluşların araştırma desteklerini, bazıları da uluslararası kuruluşların fonlarını kullanarak araştırma projeleri yürütüyorlar. Bu üç kaynağı birlikte kullananlar da var. Uluslararası kuruluşların proje desteklerine ulaşmak çok güçlü bir teze sahip olmayı, konsorsiyumlar içinde yer almayı ve araştırma önerisi kabul aldığında da buna çok zaman ayırmayı gerektirdiği için, oldukça zor olmakla beraber, bunu yapabilen üniversiteler var. Bunlara kısaca değinmek isterim.
Uluslararası GENOVATE (Araştırma ve Yenilikte Toplumsal Cinsiyet Eşitliği için Kurumsal Kültürün Dönüştürülmesi) projesi ile başlayayım. Bu, Ankara Üniversitesi’nin de dahil olduğu, yedi ortak üniversite tarafından gerçekleştirilen, eylem yönelimli bir araştırma projesiydi. Projenin amacı özellikle üniversitelere odaklanarak bilimsel karar alma yapılarında, araştırmalarda ve yenilik süreçlerinde toplumsal cinsiyet bakımından daha yetkin bir yönetim anlayışını teşvik etmek, kadınlar ve erkekler için eşit fırsatlar sağlamaktı. Bu projenin Ankara Üniversitesi açısından en önemli çıktısı 2012 yılında hazırlanan ve üniversite senatosu tarafından kabul edilen Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Eylem Planı’dır. Orta Doğu Teknik Üniversitesi yine uluslararası bir konsorsiyuma katıldı ve EGERA (Araştırma ve Akademide Etkili Toplumsal Cinsiyet Eşitliği) projesinin bir ortağı oldu. Bu proje kapsamında insan kaynakları ve kariyer yönetimi, araştırma ve eğitim süreçleri, iş-yaşam dengesi ve toplumsal cinsiyete dayalı ayrımcılık ve şiddet olmak üzere dört alanda toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanması için uygulamalar yürütüldü; üniversite yöneticilerine, idari ve akademik personele yönelik eğitimler yapıldı. Özyeğin Üniversitesi’nin PLOTINA (Araştırma, Yenilik ve Eğitimde Toplumsal Cinsiyet Eşitliğinin ve Kapsayıcılığının Teşvik Edilmesi) projesinde de benzer bir amacı görüyoruz. Üniversitenin Bolonya Üniversitesi’nin koordinatörlüğünde ve Avrupa Komisyonu’nun Ufuk 2020 programı kapsamında yürüttüğü bu projenin amacı, kadın araştırmacıların kariyer gelişimlerinin desteklenmesine ve araştırma projeleri süreçlerine toplumsal cinsiyet boyutunun dahil edilmesine katkıda bulunmaktı. Bu proje kapsamında bir toplumsal cinsiyet eşitliği öz değerlendirme çalışması yapıldı. Sonra da akademik ve idari birimlerdeki toplumsal cinsiyet dengesinin sağlanması, iş ve özel yaşamın uyumlaştırılması, araştırma projelerinin toplumsal cinsiyet eşitliği dikkate alınarak desteklenmesi için bir Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Planı hazırlandı. Benim uluslararası projelerde en çok eleştirdiğim nokta, proje süresi dolduğunda ve kaynak sona erdiğinde projelerin sürdürülebilirliğinin hemen hemen imkânsız oluşudur. Özyeğin Üniversitesi’nde olduğu gibi tam kadrolu bir toplumsal cinsiyet uzmanının proje süresi dolduktan sonra da üniversitede kalacak şekilde istihdam edilmesinin bu riski azaltacağını ve projede başlatılan faaliyetlerin devamının bu şekilde sağlanacağını düşünüyorum. Dilerim öyle olur. Son olarak Kadir Has Üniversitesi Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Çalışmaları Araştırma Merkezi’nin iki projesinden bahsedeyim. Merkez önce SAGE (Toplumsal Cinsiyet Eşitliği için Sistemli Eylem) projesi ile yükseköğretim kurumlarında toplumsal cinsiyet eşitsizliğine dikkat çekmeyi, kadın akademisyenlerin kariyer ilerlemelerine destek olmayı ve ev-iş dengesini korumak için girişimlerde bulunmayı amaçladı. Daha yakın tarihte ise GenderEX (Araştırmada Mükemmeliyet için Toplumsal Cinsiyet) projesini Türkiye’de özellikle erken dönem araştırmacıları, yaptıkları araştırmalara toplumsal cinsiyet perspektifini dahil edebilmeleri için teşvik etmek üzere başlattı.
Sözünü ettiğim üniversitelerdeki bu projelere emek veren öğretim üyelerinin ders yüklerinin ve idari sorumluluklarının hafifletilmesi araştırma merkezlerinde yapılan araştırmaların sayısını daha da artıracaktır diye düşünüyorum.
İkinci olarak bu merkezlerin eğitim faaliyetleri yürüttüklerini görüyoruz. Bu faaliyetleri ilk başlatan en eski iki merkez, İstanbul Üniversitesi’nde ve Ankara Üniversitesi’nde kurulmuş olanlardır. Birincisinin düzenlediği seminerlerden daha önce bahsetmiştim. Ankara Üniversitesi Kadın Sorunları Araştırma ve Uygulama Merkezi (KASAUM) 1993’teki kuruluşundan hemen sonra siyasal partilere, sendikalara ve kolluk kuvvetlerine eğitimler vermeye başladı. Bu eğitimler uzun zaman devam etti. Merkez, KA-DER gibi birçok sivil toplum örgütü ile de ortak çalışmalar yaptı. Son birkaç yıldır ise toplumsal cinsiyet eğitimi isimli bir sertifika programı yürütüyor. Bazı üniversiteler de yaz akademisi ve akran eğitimi programları kapsamında eğitimler düzenliyorlar. Çok sayıda merkez kongreler düzenliyor ve bu kongrelerde sunulan çalışmaları içeren kitaplar hazırlamakta, videolar ve rehberler gibi çevrimiçi eğitim araçları oluşturmakta da çok başarılılar. Başka neler yapıyorlar? Unutmadan söylemeliyim, bu merkezlerin yaptıkları en dikkate değer şeylerden biri de araştırma ve makale ödülleri vermek. Bunlar toplumsal cinsiyet ve kadın çalışmaları alanında araştırma yapmayı hedefleyen gruplar ve kendini geliştirmek isteyen master ve doktora öğrencileri için çok kıymetli fırsatlar. Tabii hemen söylemeliyim ki, bu ödülleri verenler daha çok özel üniversiteler, yani bunlar için kaynak ayırabilenler.
Kadın araştırma merkezlerinin bu faaliyetlerinin ötesinde bir önemi daha var. Bulundukları üniversitelerde toplumsal cinsiyet eşitliğine duyarlı bir iklimin yaratılmasında olumlu bir rol oynuyorlar. Merkezlerin yönetimlerinde çoğu zaman çeşitli fakültelerden temsilciler bulunuyor. Bu temsilciler vasıtasıyla toplumsal cinsiyet eşitliğinin tartışılması merkezlerin sınırlarını aşarak bütün üniversiteye yayılıyor, konular fakültelerin ve bölümlerin koridorlarında konuşuluyor. Son yıllarda üniversitelerde kadın ve LGBTIQ öğrenci kulüpleri özellikle büyük kentlerdeki üniversitelerde çok yaygınlaştı. Merkezlerin bu kulüplerde yapılan öğrenci faaliyetlerine de destek olduklarını görüyoruz. Sayıları henüz az da olsa, birkaç merkezin sosyal medyayı çok iyi kullanarak üniversite öğrencileri üzerinde toplumsal cinsiyet eşitliğine ilişkin bilinç yükseltici bir etki yarattığını da çok rahatlıkla görebiliyoruz.
GT: Bu anlattıklarınız çok umut vaat edici hocam. Peki, bu merkezlerin dar boğazları var mı ve geleceklerini nasıl görüyorsunuz?
YE: Türkiye’de Kadın Araştırma Merkezleri 2000’li yıllarda yavaş yavaş oluşmaktaydı ve benim görebildiğim kadarıyla da kendilerinden önce kurulmuş merkezlerin deneyimlerini paylaşarak gelişme eğilimindeydiler. Bu paylaşım da daha çok merkezlerce düzenlenen kadın çalışmaları konferanslarına katıldıklarında oluyordu. Burada buluşan merkez yöneticileri birbirlerinden öğreniyor ve ortak çalışmalar yapıyorlardı. Daha sonra ufak ufak ortaya çıkan ve bugün çok belirgin olarak gördüğümüz bir eğilim doğdu. Bunu uzmanlıkları itibariyle kadın çalışmaları alanıyla pek az ilgisi olan, hatta hiç olmayan öğretim üyelerinin rektörlerin kararıyla merkez müdürü olarak atanmaları olarak ifade edebilirim. Otoriter yönetme biçiminin bir sonucu işte! Şöyle şeylerle çok karşılaşır olduk: Bir rektör, çalışma konusuna ve uzmanlık dalına bakmaksızın, kendine bağlı araştırma merkezine tanıdığı ve güvendiği bir kadın öğretim üyesini atayabiliyor. Yani kullandığı tek kriter atadığı kişinin cinsiyetinin kadın olması olabiliyor. Tabii böyle olunca da merkezler pek az varlık gösterebiliyorlar. Bir merkezde gerçekleştirilebilecek pek çok faaliyet olabilir ama bunlar için hem merkez yöneticilerinin hem de merkez yönetim kurullarındaki öğretim üyelerinin toplumsal cinsiyet ve kadın konularında bilgili, deneyimli ve yaratıcı olmaları gerekir. Bu koşullar sağlanamadığında sadece 8 Mart ve 24 Kasım günlerinde özel programlar düzenlemekten öteye gidemeyen merkezlerin sayısı da artıyor. Bu bence son derece olumsuz bir durum. Bu olumsuzluğu yaratan bir başka faktör Adalet ve Kalkınma Partisi’nin iktidarda olduğu dönemin ikinci yarısında, araştırma merkezlerinin kuruluşlarının ilk on yılında sahip oldukları özellikleri kaybetmeleridir. Başlangıçta bu merkezler tıpkı yüksek lisans programlarında olduğu gibi, yürüttükleri araştırmaları feminist bir çerçeveye oturtma ve kadın deneyimlerini yaptıkları çalışmaların odağına alma eğilimindeydiler. Bunu büsbütün gerçekleştiremeseler de çabaları bu yöndeydi. Son senelerde ise merkezlerin toplumsal cinsiyet ilişkilerini feminist perspektifle çözümleme eğilimleri neredeyse kayboldu. Bunun yerine muhafazakâr bir yaklaşımla kadınların aileden bağımsız incelenemeyeceğini savunan politik görüşlerin etkisi altında kaldılar. Bunu biraz önce anlattığım merkez yönetimleri bağlamında da gözlüyoruz. Daha genel olarak da bu merkezler seçilen değil, atanan rektörlerin neo-liberal üniversite yaklaşımlarından doğrudan etkilendiler. Tabii bunları bütün araştırma merkezleri için değil, bazıları için söylüyorum.
Ben her zaman kadın araştırma merkezlerinin neden çok az sayıda araştırma yaptıklarını merak etmişimdir. Eğer bunun nedeni merkez kadrosundaki öğretim üyelerinin uzmanlık alanlarının sınırlılığı ise, bence bunun çözümü çok basit. Merkezler yapacakları çalışmalar için sadece merkez üyelerinin uzmanlık alanları ile ilişkili konular seçmek, kendilerini onlarla sınırlamak zorunda değiller. Aslında üniversitelerindeki insan kaynağını kullanabilirler. Yani sosyal bilimlerden doğa bilimlerine, mühendisliklerden eğitim bilimlerine kadar ne kadar fakülte ve bölüm varsa, bunlarla ilişkiye geçerek çok çeşitli konularda araştırma yapılmasına öncülük edebilirler. Hatta merkezlerin toplumsal cinsiyet konulu bir araştırma yapabilmek için yeterli bilgiye ve deneyime sahip araştırmacıları yoksa, bölge üniversiteleri ile işbirliği yapıp ortak çalışmalar da yürütebilecekleri kanısındayım. Bu tamamen yaratıcı olup olamamakla ilgili bir konu. Merkezlerin yapabilecekleri o kadar çok çalışma olabilir ki…
GT: Nedir bunlar? Örnek verebilir misiniz?
YE: Her şeyden önce ben bu merkezleri bulundukları kentlerde yaşayan kadınlarla ilgili çalışmalar yapabilecek çok önemli odak noktaları olarak görüyorum. Hele Anadolu’daki görece daha küçük üniversiteler, kuruldukları kentlerin yerel kadın tarihini çalışmakta çok avantajlı bir konumdalar. Çünkü çok zengin bir yerel kadın tarihimiz olduğunu düşünüyorum. Büyük kentlerdeki üniversitelerden öğretim üyeleri görece küçük kentlerde araştırma yapmakta, –orada yaşamadıkları için– zorlanacaklardır ama Anadolu’daki üniversitelerin bu şansı vardır ve mutlaka kullanılmalıdır. Bir örnek vermek isterim: Prof. Ayşe Durakbaşa, Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde öğretim üyesiyken Muğla eşraf ailelerini ve bu ailelerdeki kadınları çalıştı. Muğla’da yaşamasaydı, Muğla’nın yerlilerini ve kurumlarını, kentin kültürel dokusunu ve tarihini bilmeseydi bu çalışmayı yapabilmesi kolay olur muydu? Bu nedenle yerelin bilgisini yaşayarak ve onun bir parçası olarak elde etmek çok önemli. Kadın araştırma merkezleri bulundukları ilin veya bölgenin kadın emek tarihini belgeleyebilir, bu konuda araştırma yapabilirler. Diyelim ben Hatay’ın ya da Çanakkale’nin kadın emeği tarihini çalışmak istiyorum. Feminist metodoloji kullanacaksam orada yaşamalıyım, kalmalıyım, insanları ve kurumları tanımalıyım, yerel tarih bilgisi olan kişilerle sözlü tarih yapabilmeliyim. Bunu tavsiye ederken kadın araştırma merkezlerinin kendi yerelliklerine hapsolmalarından söz etmiyorum. Örneğin Bacıyan-ı Rum (Güngör Uras, Anadolu Kadınlar Birliği olarak çevirmişti) konusunda çalışmayı mutlaka Kayseri’deki bir üniversitenin kadın araştırmaları merkezi yapacak iddiasında değilim ama öyle konular vardır ki, yerel çalışma yapmak bir kadın araştırma merkezine üstünlük sağlar diyorum.
İkinci vurgulamak istediğim nokta da, kadın araştırma merkezleri ile kadın hareketi, daha somutlaştırmam gerekirse kadın sivil toplum örgütleri ilişkisinin kurulmasından sağlanacak yarar. Başka bir deyişle, akademisyenler ve aktivistlerin işbirliğini ve ortaklığını önemli buluyorum. Bu işbirliğinin birkaç üniversite hariç, zayıf olduğunu görmek de bir hayli üzücü.
GT: Son zamanlarda kadın araştırma merkezi kurmak isteyen üniversitelerin YÖK başvurularında isim seçerken biraz sıkıntı yaşadıklarını biliyorum. Bu ne derece doğru acaba? Bir fikriniz var mı?
YE: Böyle bir durum var son birkaç senedir. YÖK merkez kurma talebini tamamen reddetmiyor ama iki koşul koyuyor. Bunlardan birincisinde kurulması planlanan merkezin isminde ‘toplumsal cinsiyet’ varsa bunun çıkartılmasını, bunun yerine ‘aile’ konmasını istiyor. Söyleşimizin başında size kadın araştırma ve uygulama merkezlerinin ilk yıllarından söz etmiştim. Uzun yıllar bu merkezler hep ‘Kadın Sorunları Araştırma ve Uygulama Merkezi’ adını taşıdılar. Sonra bazı üniversiteler yeni kurdukları merkezlere daha kapsayıcı olacağını düşünerek ‘Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Araştırmaları Merkezi’ adını vermeye başladılar. 2010’lu yılların sonuna doğru ise toplumsal cinsiyet kavramının kullanılması sorun olmaya başladı ve bu YÖK’ün kararlarını doğrudan etkiledi. Bununla da kalınmadı. Kadınla ilgili konular hakkında çalışılacak bir merkezin mutlaka aileyle ilgili çalışmalar da yapması gerektiği anlayışıyla, merkezler ‘Kadın ve Aile’ isimli oluşumlar haline getirildi.
GT: Toplumsal cinsiyet eşitliği düşüncesine karşı çıkışların ve artan muhafazakârlığın üniversitelerdeki yüksek lisans programlarını nasıl etkileyebileceğine dair birkaç sorum olacak daha sonra ama şimdi biraz mevcut merkezler arasındaki ilişkilerden söz edelim. Merkezler arasında nasıl bir iletişim ağı var?
YE: Kurumsallaşmış bir ilişki olduğunu söyleyemem. Kadın araştırma merkezleri arası iletişim bir WhatsApp grubu ile sağlanıyor. Bu grupta merkez müdürleri olduğu gibi bazı merkezlerin yönetim kurulu üyeleri de yer alıyor. Birbirleriyle bu grup üzerinden haberleşiyorlar. Yaptıkları etkinlikleri, merkez olarak hazırladıkları raporları ve benzeri dokümanları, hazırladıkları kitapların haberlerini birbirlerine buradan ulaştırıyorlar. Son bir senedir, yani pandemi boyunca da düzenledikleri çevrimiçi konferans, çalıştay ve benzeri bilimsel etkinlikleri bu grupta paylaştılar. Çok işe yaradı. Ancak bu oldukça pratik bir iletişim biçimi olmakla beraber yeterli değil bence. Araştırma merkezlerinin birlikte çalışmalarına olanak verecek, daha kalıcı ve güçlü bir ağa gereksinimleri olduğunu düşünüyorum. Tıpkı Cinsel Taciz ve Saldırıya Karşı Üniversitelerarası İletişim Ağı gibi.
GT: Evet, sizin bu ağın başından beri içinde olduğunuzu ve aktif rol oynadığınızı biliyorum. Bu konuda da biraz bilgi verebilir misiniz?
YE: Vereyim tabii… Zaten CTS Ağı hakkında konuştuğumda, kadın araştırmaları merkezlerinin de oluşturmalarını beklediğim ağdan neyi kastettiğimi anlamış olacaksın.
CTS Ağı özellikle üniversitelerde karşılaşılan cinsel taciz ve saldırı olayları ile mücadele etmek için kurulmuş bir ağ. Aslında çok uzun zamandır üniversitelerde cinsel tacizle mücadele etmeye çalışan öğretim üyeleri ve yöneticiler vardı. Ama onların çabaları tekil çabalardı ve bu çok boyutlu ve karmaşık konuda –üstelik üniversitelerin ataerkil bir kurum olma özelliklerini koruduklarını da düşünürsek– yalnız başlarına mücadele vermeleri çok zordu. Bu zorluğu görerek bir araya gelmenin, kolektif çalışmanın bizi güçlendirici olacağına inandık ve 2012 yılında bu ağı kurduk. Ağ, üniversitelerinde cinsel taciz ve saldırı ile mücadele başlatmış ve başlatmak üzere olan temsilcilerinden oluşuyor. CTS grubu 2012 yılından itibaren her sene iki kez resmî olarak toplanıyor. Toplantıları ağdaki üniversiteler dönüşümlü olarak organize ediyor ve rapor yazımını üstleniyor. 2020 baharında Maltepe Üniversitesi’nde yapacağımız toplantı pandemi yüzünden ertelendi ama ben her şey normale döndüğünde bu ağın eskiden olduğu gibi çok güçlü bir şekilde varlığını sürdüreceğinden eminim.
CTS Ağı’nın üyeleri bir taraftan cinsel taciz ve saldırı ile mücadele ederken, bir taraftan da bir amaca kilitlenmiş olarak ortak çalışmanın ne kadar olanaklı ve sürdürülebilir olduğunu kanıtladılar ki, bu benim için her şeyden daha önemli. Çünkü Türkiye’de üniversiteler giderek bireyselliğin çok arttığı, kolektif çabaların ise önemsenmediği, hatta bunlardan kaçınılan kurumlar olmaya doğru gidiyor. Bu nedenle CTS Ağı’nın varlığı ve yaşaması beni umutlandırıyor. CTS Ağı benim için gerçekten örnek gösterebileceğim bir destek ve dayanışma grubu oldu. Ağ, üniversitelerde cinsel şiddet ve saldırı ile mücadelede çok önemli adımların atılmasına neden oldu. Size şöyle özetleyebilirim: Her şeyden önce üniversiteler cinsel taciz ve saldırıya karşı politika belgeleri hazırladılar. Bu belgelerde cinsel taciz ve saldırının toplumsal cinsiyet eşitsizliğinden kaynaklanan bir ayrımcılık formu olduğu düşüncesi kabul gördü. Politika belgelerinde cinsel tacizin ve saldırının mağdurları çok çeşitli biçimlerde olumsuz etkileyebilen bir hak ihlali sayılması gerektiği ve suç oluşturduğu da vurgulandı. Cinsel taciz ve saldırı daha çok kadınlara yönelik bir ayrımcı eylem olmakla birlikte, cinsel yönelimleri ve cinsel kimlikleri farklı olan kişilerin de buna maruz kaldıkları belirtildi.
Politika belgeleri cinsel tacizden ve saldırıdan arınmış bir akademik ve profesyonel ortam yaratmak ve bunun için ilkeler belirlemek amacıyla hazırlandı. Bunlar aynı zamanda üniversitelerin cinsel taciz ve saldırı ile ilgili tüm iddiaları ve şikâyetleri etkin bir biçimde inceleyip sonuçlandırmayı taahhüt ettikleri, çok önemli dokümanlar. Belgelerin üniversite senatolarında kabul edilerek kullanılmaya başlanması da değerlerini artırdı. Örneğin biz ODTÜ olarak hazırladığımız bu belgeye ‘Toplumsal Cinsiyet Eşitliği İlke ve Stratejiler Belgesi’ adını verdik; çünkü üniversitemizde cinsel taciz ve saldırı olaylarına karşı önlem almak ve bu olayları en aza indirmek amacıyla yapacağımız çalışmaların çok ötesine geçerek toplumsal cinsiyet eşitliğine duyarlı bir üniversite yaratmayı ilke ve hedef edindik.
Politika belgeleri en genel metinlerdi. Üniversiteler bunlara paralel olarak eylem planları da yaptılar, etik kurullar oluşturdular, rehberler ve broşürler hazırladılar, web siteleri kurdular. Akademik ve idari personele yönelik seminerler düzenlediler, öğrenci topluluklarını bilgilendirdiler ve tüm üniversite bileşenlerini kapsayacak şekilde farkındalık eğitimleri yaptılar.
Daha somut olarak ise politika belgelerini hazırlayan üniversitelerin cinsel taciz ve saldırı birimlerini kurduklarını gördük. Bu birimlerin yönergeleri hazırlandı ve aktif olarak çalışmaya başladılar.
CTS birimlerinin cinsel taciz ve saldırı olaylarını engellemek, bunlara karşı alınacak önlemler ve tedbirleri oluşturmak, taciz vakalarında üniversitenin tavır koyma ve eyleme geçme yöntemlerini oluşturmak gibi konularla ilgilenmeleri, hatta yol gösterici olmaları önemlidir. Ama daha fazlasının da olduğunu düşünüyorum. Bu birimler bunun da ötesine geçmiş ve üniversitede her türlü ayrımcılıkla ve cinsiyetçilikle mücadele edilmesi için farkındalık yaratmışlardır. Üniversitelerde çoğulculuğa ve çeşitliliğe saygı gösterme, kapsayıcılığı artırma ve bu anlayışları akademik kültür içine yerleştirme açısından da önemli bir rol oynadıklarını düşünüyorum.
Sana CTS Ağı’nı bu kadar ayrıntılı anlatışımın nedeni hem çok önemsiyor olmam hem de kadın araştırma merkezlerinin de kendileri için buna benzer bir ağ oluşturmaları konusunda duyduğum arzu. Ama şunu unutmayalım: CTS Ağı’nın sürekliliğini ve başarısını yaratan şey, bu ağa katılanları buluşturan temel ve somut bir nedenin olması. O da cinsel taciz ve saldırı ile mücadele etmek istek ve kararlılığı! Eğer araştırma merkezleri de kendileri için böyle bir kolektif yapının, bir ağın faydalı olacağını düşünüyorlarsa, hepsinin üzerinde hemfikir oldukları ilke, amaç ve hedefler oluşturabilirler. Bununla da kalmamalılar, birlikte iş yapma arzusu taşımalılar; kaynaklarını, deneyim ve birikimlerini bir araya getirerek ve paylaşarak…
GT: Hem olumlu hem olumsız gelişmeler gözlemlemek mümkün. Bir taraftan üniversitelerdeki kadın araştırma merkezlerinin bir kısmının feminist düşünce ve eylemlerden gitgide uzaklaşan, iktidarın kadınlara yönelik muhafazakâr bakışını benimseyen ve taşıyan merkezler olmaya doğru hızla dönüştüğünü söylüyorsunuz. Bir taraftan da olumlu bir gelişmeden, yani cinsel taciz ve saldırı ile mücadele etmek ve kampüslerde toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlamak için atılan etkili adımlardan söz ediyorsunuz. Birbirini dengeleyen kazanım ve kayıplarımız var gibi…
YE: İlk bakışta evet! Ama buna biraz açıklık getireyim. İki kriter kullanmak isterim. İlki hangi üniversitelerden bahsettiğimiz, ikincisi hangi yıllar hakkında konuştuğumuz.
Türkiye’de yükseköğretim kurumları hakkında aralarındaki farkları gözeterek konuşmak gerek. Biri merkez ve taşra üniversiteleri farklılığı. Diğeri de görece ilerici, demokratik, özerk üniversitelerle muhafazakâr, geleneksel, statükocu üniversiteler farkı. Cinsel tacizle mücadele etme kararlılığını gösterenler daha çok metropollerde ve büyük kentlerde var olan üniversiteler ve hâlâ demokratik ve özerk kurumlar olma özelliklerini taşımaya devam ediyor, bunun için mücadele ediyorlar. Her ne kadar bu üniversitelerin rektörleri de artık seçilmiş değil, atanmış kişiler olmaya başladılarsa da, üniversite gibi bir kurumun gelenek ve teamülleri kolay kolay ortadan kaldırılamıyor. Bu nedenle bu üniversiteler toplumsal cinsiyet eşitliğini ana-akımlaştırma ve cinsel taciz ile mücadele etme çabalarını son on senede sürdürebildiler. Tabii bu durum daha ne kadar böyle devam edebilir, kestiremiyorum. Çünkü ilk kırılma Boğaziçi Üniversitesi’nde oldu. Burada çok iyi çalışan bir cinsel taciz birimi vardı; yeni rektör atamasından sonra hem o hem de LGBTi öğrenci kulübü kapatıldı.
Benzer bir durum araştırma merkezleri için de geçerli. Anadolu’daki görece yeni kurulmuş ve küçük ölçekli üniversitelerde kadın araştırma merkezlerinin kurulmasına ancak biraz önce değindiğim gibi, geleneksel düşünce ve değerlerin taşıyıcılığını yapmaları koşuluyla izin veriliyor. Bu üniversitelerden cinsel taciz ve saldırıya karşı politika belgeleri hazırlamalarını ve cinsel tacizle mücadele birimleri kurmalarını beklememiz biraz zor. Çünkü her şeyden önce cinsel taciz ve saldırı olaylarının üniversite içinde dile getirilmesinden yana değiller. Ayrıca toplumsal cinsiyet kavramı etrafında dönen tartışmalardan son derece rahatsızlar ve toplumsal cinsiyet eşitliği sağlamaya yönelik bir çaba içinde oldukları da söylenemez.
GT: Üniversitelerin siyasal rejimlerden çok fazla etkilendiklerini biliyoruz elbette. Türkiye’de de böyle oldu, 1940’lardan beri üniversitelerin tarihi iktidarlar ve darbeler tarihiyle çok iç içe geçti. İçinde bulunduğumuz dönemde de aynı şeyi yaşıyoruz, öyle değil mi?
YE: Tamamen böyle… Üniversiteler ülkede ilerici rüzgârlar estiğinde yaprakları yeşeren, muhafazakâr rüzgârlar estiğinde bunları döken ağaçlara benziyor. Buna en güzel örneği Yüksek Öğretim Kurumu’nun üniversitelerde toplumsal cinsiyet eşitliği ile ilgili yaklaşımında ve takındığı tutumda bulabiliriz.
Yüksek Öğretim Kurumu 1990’larda üniversitelerde kadın çalışmaları yüksek lisans programlarının açılmasına engel olmamış, hatta teşvik etmiş bir kurum. Daha önce de söylediğim gibi, bir genelge yayınlayarak bütün üniversitelerde kadın araştırma merkezlerinin kurulmasının önünü açıyor. 2000’li yılların ortalarında da doçent adaylarının doçentlik başvurularını toplumsal cinsiyet alt alanından yapabilmelerine olanak sağlıyor. Daha da önemlisi 2015 yılında olanlar. Özgecan Aslan’ın üniversiteden dönerken hunharca öldürülmesinden hemen sonra, üniversitelerde şiddet, cinsel taciz ve saldırı konularının tartışılması için 7 Mayıs’ta YÖK bir çalıştay düzenledi. Bu YÖK’ün attığı önemli bir adımdı ve üniversitelerdeki olaylar karşısında hassasiyetini gösteriyordu. Üniversitelerden katılan öğretim üyeleri ile bir gün boyunca dört tema çerçevesinde şiddet, taciz, saldırı konularını konuştuk. Ama konuşmalarımız bu konuların sınırlarını bir hayli aşıp üniversitelerde toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlamak için neler yapılabileceği sorusuna kadar genişledi. Ankara ve Hacettepe üniversitelerinden iki arkadaşımla birlikte çalışma gruplarının raporlarına dayanarak bir sonuç raporu hazırladık ve YÖK’e gönderdik. Bu raporda üniversite ortamlarında şiddet, cinsel taciz , istismar, mobbing olaylarının önlenmesi için yapılacakları sıralamıştık. Rapor çok ayrıntılı olarak üniversitelerde cinsel taciz ve saldırılara karşı destek birimlerinin kurulması, disiplin yönetmeliklerinde boşlukların giderilmesi için gerekli değişikliklerin yapılması, Sağlık, Kültür ve Spor Dairesi Başkanlıkları’ndaki yapının cinsel tacizlere ve cinsel saldırılara karşı ulaşılabilirlik, gizlilik ve güven esasına dayalı olarak güçlendirilmesi gibi doğrudan cinsel tacizle ilgili atılacak adımları içeriyordu. Bu metni cinsel taciz ve saldırı olaylarına karşı yapılacaklar metni olmaktan çıkaran şey ise, üniversitelerde toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanması için atılması gereken adımlar olduğu düşüncesinin genel kabul görmesiydi. Bu bağlamda ‘toplumsal cinsiyete duyarlı üniversite’ için öğrenciler, öğretim üyeleri, yönetici kadrosu ve idari personel arasında toplumsal cinsiyet farkındalık yaratma faaliyetleri ve bütün bunlardan önemlisi, Toplumsal Cinsiyet Eşitliği dersinin zorunlu ders olarak müfredata dahil edilmesi önerisi metnin değerini artırıyordu. YÖK Başkanı Sayın Saraç 8 Mayıs 2015’te gazetelere verdiği demeçte “Toplumsal Cinsiyet Eşitliği dersi zorunlu ders olmasa bile müfredatta yer alsın istiyoruz” demişti ve bu hakikaten çok olumlu bir adımdı.
YÖK’e gönderdiğimiz bu rapor çok fazla değişikliğe uğramadan ‘Yüksek Öğretim Kurumları Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Tutum Belgesi‘ olarak 9 Ekim 2015’te yayınlandı ve bütün üniversite rektörlüklerine gönderildi. Ayrıca YÖK bünyesinde “Akademide Kadın Çalışmaları“ adıyla bir de komisyon kuruldu. YÖK’ün bu konuda bir çalıştay düzenlemesi ve sonucunda da böyle bir belgeyi üniversitelere göndermesi son derece önemli bir gelişmeydi ve tutum belgesi cinsel taciz ve saldırıları önleyici çalışmalar yapmakta olan üniversitelerin dayandıkları ve kullandıkları temel bir belge olarak 2019’a kadar var oldu. 2019 yılı Şubat ayında sağ medyanın araçları toplumsal cinsiyet aleyhinde gayet yıkıcı yayınlar yapmaya başladıklarında YÖK belgeyi sayfasından kaldırdı. Bundan biz kurumun üniversitelerde toplumsal cinsiyet eşitliği savunucularına artık önceki kadar destekleyici olmayacağı anlamını çıkartmakta gecikmedik. Birkaç ay sonra da kadın araştırma merkezleri kurmak için başvuruda bulunan üniversitelere, merkezin adında kadın ile birlikte ailenin de geçmesi koşuluyla izin verilmeye başladı.
GT: 2015’ten 2019’a kadar, yani sadece dört senede toplumsal cinsiyet eşitliğinin teşvik edilmesine yönelik girişimlerden toplumsal cinsiyet karşıtlığına hızlı bir geçiş oldu.
YE: Evet, bugünkü ortam olsaydı hem üniversitelerde hem de YÖK’te yapılan çalışmaların hiçbiri yapılamazdı. Bugün başka bir dönemi yaşıyoruz. Toplumsal cinsiyet karşıtlığı küresel bir eğilim.
Doğu Avrupa ülkeleri başta olmak üzere pek çok ülkede toplumsal cinsiyet kavramının içeriği sorgulanıyor, toplumsal cinsiyet eşitliğini artırmak yönündeki çabalara set çekiliyor. Eğitim kurumlarında toplumsal cinsiyet konulu çalışmaların yapılması engelleniyor. Bir örneği Macaristan’dan vereyim:
2018 Ağustos ayında, Budapeşte’de, Macaristan Rektörler Konferansı üyeleri İnsan Kapasiteleri Bakanlığı’ndan bir kararname taslağı aldılar. Bu taslakta İngilizce eğitim veren özel Merkezi Avrupa Üniversitesi’ndeki ve bir devlet kurumu olan Eötvös Loránd Üniversitesi’ndeki toplumsal cinsiyet çalışmaları yüksek lisans programlarının iptal edildiği yazıyordu. Biz Türkiye’de birinci üniversiteyi daha iyi tanıyorduk. Hatta İngilizce eğitim veren bu üniversiteye birçok öğrencimiz yüksek lisans eğitimi almak üzere gidiyordu. Programların neden kapatıldığı sorusuna yöneticilerin verdikleri “Yeterince kaynak yok” veya “Bu programın mezunları iş bulamıyor” benzeri cevaplar tatmin edici değildi. Özellikle de programın iki yüze yakın mezunu pek çoğu değişik ülkede aktif görevlerdeyken! Çok belliydi ki, bu programa son verilmesini nedeni ne kaynakların kıtlığı ne de mezunların istihdam sorunuydu. Nedenlerin neler olabileceği konusunda düşünmeye başladım. Türkiye’deki toplumsal cinsiyet ve kadın çalışmaları programlarımız için de böyle bir olumsuzluk söz konusu olabilir miydi?
GT: Endişe duymaya başlamanızın somut nedenleri var mıydı?
YE: Çok somutlaşmamış olmakla birlikte tahminlerim vardı. Dünyada yükselen bir anti-feminist dalga olduğunun farkındaydım ve kadın çalışmaları programları da özünde feminist programlardı. Sadece bu özellikleri bile istenmemeleri için yeterli bir neden olabilirdi.
Kadın çalışmaları 1970’lerden beri pek çok ülkede gelişmiş görece yeni bir alan ve disiplindir. Sadece yaygınlaşmakla kalmadı, profesyonelleşerek ve kurumsallaşarak hem üniversite içinde hem de dışında güçlenen bir alan oldu. Üniversitelerdeki programlarda elde edilen başarının sırrı, çoğu İkinci Dalga Kadın Hareketi içinde yer almış kadın akademisyenlerin kendilerini kadınların özgürleşmesi ve cinslerin eşitliği konusuna adanmışlıklarında gizli. Bunu çok iyi biliyoruz.
Kadın çalışmaları, kadınların toplumdaki ezilmişliklerinin sorgulanmasıyla başladı ve kadın çalışmaları derslerinin açılması, bir feminist hareketin akademik dünyaya taşınması olarak gerçekleşti. Feminizm kadınların kodlanmış bilginin dışında bırakıldıklarını öncül kabul etti ve bu dışarıda bırakılmışlığın analizini yapmaya çalıştı; bugün de çalışıyor. Buna dayalı olarak kadın çalışmaları bütün bilginin doğasını değiştirebilecek bir sorgulamayı başlattı ve bunu kadınların farklı düşünce, deneyim, gereksinim ve ilgilerinin olduğunu gösterip odağı erkek merkezcilikten kaydırarak yaptı; yapmaya da devam ediyor.
Kadın çalışmalarının ikinci bir özelliği daha var. Bu da cinsler arası ezme-ezilme ilişkileri, ataerki, şiddet ve cinsel sömürü gibi meselelerle yakından ilgilenen bu çalışmalara başlangıçta çok önyargı ile bakılması. Üniversitelerde kadın çalışmaları programlarının kuruluşunda zorluklar yaşanmasının nedeni budur. Sonraları, 1990’lı ve 2000’li yıllarda kadın çalışmaları programları, feminizmin kurumsallaşmaya başlaması ve kadın haklarının uluslararası düzlemde savunulması ile rahat bir nefes aldılar ama bak, tarih tekerrürden ibarettir deniyor ya, çok doğru; yine politik önyargılar ve düşmanca tavırlar bu programları olumsuz etkilemeye başladı. Bu tavırlar geçmişte de vardı; bugün ise en yüksek noktasına ulaştı. Tabii henüz bazı ülkelerde…
Ben toplumsal cinsiyet karşıtlığı konusunda çalışmaya bu nedenle başladım. Çünkü üniversitelerdeki bu programlar Türkiye’de de feminist bilginin yaratılmasına, aktif kadın hareketine aktarılmasına ve yerel kadınlık bilgisinin toplanmasına önemli katkılarda bulunmaktaydı. 1980’lerden beri canlılığını kaybetmeyen feminist hareketin önemli bir destekçisi akademik feminizm olmuştu. Sadece bu programlar mı? Onların olmadığı üniversitelerde de toplumsal cinsiyet bağlamında verilen pek çok ders vardı ve bu olumsuz durumun onları da etkileyeceği aşikârdı.
GT: Toplumsal cinsiyet karşıtlığının akademilerde verilen toplumsal cinsiyet eğitimlerine itirazı neden?
YE: Sadece akademide değil, toplumsal cinsiyet eşitliği için çalışan sivil toplum kuruluşlarında (ki bunların başında kadın ve LGBTIQ+ örgütleri, insan hakları örgütleri ve çocuk hakları savunuculuğu yapan örgütler geliyor) yapılan çalışmalara da karşılar. Akademi ise toplumsal cinsiyet meselesinin, daha somut söylemek gerekirse ikili cinsiyet düzeninin en çok sorgulandığı, cinsiyetin doğuştan değil, toplumsal olarak kurulduğunun anlatıldığı ve cinsiyet temelli ayrımcılığa karşı çıkıldığı yer olduğu için tehdit edici olarak görülüyor; toplumsal cinsiyet düşmanlığı yapılıyor.
“Toplumsal cinsiyet düşmanlığı” benim seçtiğim bir ifade değil. Dünya üzerinde toplumsal cinsiyet eşitliğine karşı duruşlar artık böyle anlatılıyor; o kadar keskin yani! Toplumsal cinsiyet karşıtı hareketler, toplumsal cinsiyet eşitliğinin bir ideoloji olduğu iddiasındalar ve toplumsal cinsiyet eşitliği çerçevesindeki kazanımları tahrif etmek için, yanıltıcı bir kavram olan toplumsal cinsiyet ideolojisini toplumsal cinsiyet eşitliği yerine kullanıyorlar.
GT: Biraz da Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Çalışmaları Derneği’ni konuşalım istiyorum. Bu derneği kurma fikri nasıl ortaya çıktı, biraz öncesinden bahsedebilir misiniz?
YE: Gülşah, tabii bahsedeyim. Kadın çalışmaları denen bilimsel alanda çalışmalar yapanların bir araya gelmesi ve bugünkü popüler ifadeyle ‘network kurması’ benim çok eski bir hayalim. Türkiye’de kadın çalışmalarının bir disiplin olmaya başlamasının ’80’lere dayanan bir geçmişi var ve bu çalışmalar aşağı yukarı feminist hareketin başlaması ile eşzamanlı. İlk yıllarda feminist bir yaklaşımla kadın çalışmaları yapmayı arzu edenler çok küçük bir gruptu. Ayrıca bu alan sosyal bilimciler arasında pek az tanınıp biliniyordu. Ben daha ’80’li yıllarda bu yeni alanda çalışan kişiler olarak aramızda güçlü bağlar oluşturmayı, birbirimizle haberleşerek ve birlikte ortak çalışmalar yaparak alanımızın adını duyurmayı çok önemli buluyordum. Bu çalışmaların başladığı ilk yıllardan itibaren ‘akademik bir topluluk’ olma düşüncesini hep taşıdım ve bu düşüncemi çevreme de yaymaya çalıştım. 1998 yılında ilk kez Ankaralı ve İstanbullu feministler bir araya gelerek “Feminist Hafta Sonu” adını verdiğimiz bir toplantı yaptık. Özellikle kadın çalışmaları yapan üniversite öğretim üyelerine ve o yıllarda doktoralarını yapmakta olan genç arkadaşlarıma böyle bir topluluk oluşturmamızın önemi hakkında düşüncelerimi aktardım. Adını KAYKA (Kadın Araştırmaları Yapan Kadınlar Ağı) koyduğum bir ağdan söz ettim ve bu ağ için ilk adımı atabilmek amacıyla onlardan kısa bir soru formunu doldurmalarını rica ettim. Niyetim bu alanda çalışanlar hakkındaki bilgileri içeren bir veritabanı oluşturmaktı. İnternetin olmadığı, iletişimimizi telefonla, mektuplaşarak, imkân bulursak da faks ile sağladığımız yıllardı. Ben zaten az sayıda oldukları için isimlerini tek tek bildiğim arkadaşlarımın biyografilerini önce posta yoluyla istedim. Bunları bir araya getirdiğimde elimde çekirdek bir grubun master ve doktora tezlerini, yayınlarını, verdikleri dersleri ve yürüttükleri tezleri içeren bir bilgi kümesi oluştu. Buna o günlerde bir veritabanı diyebilmek çok zordu ama en azından kimin ne tür araştırmalar yaptığını, hangi üniversitede ne dersleri verdiğini, ilgilendiği konuları bilecektik artık.
1997 yılında tamamen kişisel çabamla ve bir öğrencimin web sitesi kurulumu hakkındaki amatör bilgisine dayanarak ‘Türkiye’de Kadın Çalışmalarında Kim Kimdir?’ sitesini oluşturduk, daha önce toplamaya başladığım bilgileri bu siteye aktardık. Bu sitenin temel amacı Türkiye’de akademik kadın çalışmaları alanında uzmanlaşmış kişileri tanıtmak ve gerçekleştirdikleri bilimsel araştırma ve eğitim faaliyetlerini duyurmaktı. Bu site kanalıyla kullanıcılar kadın çalışmaları yapanlara ulaşabilme olanağını bulmakla kalmayıp, bu alanda verilen dersler ve yapılmış araştırma ve yayınlar konusunda da bilgi edinebileceklerdi. Ayrıca bu sitede Türkiye’de kadın araştırmaları merkezlerini ve yüksek lisans programlarını tanıtan bilgiler de bulunacak ve böylece site bu konuda eğitim görmek isteyenler için bir ‘ilk başvuru kaynağı’ niteliğine sahip olacaktı.
Böyle bir site çok iş gördü ve önemli bir boşluğu doldurmaya başladı. Sitedeki bilgileri güncellemek teknik nedenlerle çok zor olduğu için, birkaç sene sonra ODTÜ Araştırma Fonu’ndan aldığım küçük bir destekle, profesyonel bir şirkete daha gelişmiş bir web sitesi kurdurdum. Eski siteden yenisine taşınmak epeyce vaktimi aldı ama bir yüksek lisans öğrencimin yardımıyla bunu da yaptım. Uzun bir zaman bu site açık kaldı ve kullananlar bana ‘Ne iyi yapmışsın, çok faydalanıyoruz’ diye teşekkür mesajları gönderdiler. Bu sitede biraz önce sözünü ettiğim bilgilerin yanında, ULAKBİM’deki tez kataloğunu tarayarak oluşturduğumuz ‘Kadın Konulu Tezler’ listesine de yer verdik.
GT: Bana bu siteyi üzülerek kapattığınızı söylemiştiniz. Neden kapattınız hocam?
YE: Türkiye’de kadın çalışmaları yapanların sayısı arttıkça onları da dahil etmeye başladım. Bunda çok sorun yaşamadım. Çünkü zaten küçük bir topluluktuk ve kongrelerde, akademik toplantılarda genç arkadaşları tanıyor ve onlardan da yaptıkları çalışmalar hakkında bilgiler alıyordum. Ancak güncelleme ile ilgili sorunları çok ağır yaşadım. Aralıklarla sitedeki isimlere yazıyor ve yeni yaptıkları araştırmaların, katıldıkları bilimsel konferansların, yönettikleri tezlerin bilgilerini bana göndermelerini istiyordum. Bazısı gönderiyor, bazısı göndermiyordu. Gelenleri siteye yerleştirmek de kolay değildi, zaman alıyordu. En son güncellemeyi 2010 yılında yaptım. Bir süre sonra sitedeki tüm bilgilerin eskidiğini, sitenin güncel bilgiler taşıyamaz olduğunu fark ederek siteyi kapattım. Bu tür işler benim veya bir başkasının tek başına yapabileceği işler değil aslında. Grup çalışması, gönüllü katılım ve teknik bilgi gerektiriyor.
Söylediğim gibi, tek başıma güncelleyemedim. Ayrıca artık yavaş yavaş Researchgate veya Academia gibi siteler de oluşmaya ve araştırmacılar aramalarını oradan yapmaya başlamışlardı. Aslında bu tür veritabanlarının büyüklükleri karşısında benim çalışmam son derece mütevazı bir çabaydı. Şimdi buradan baktığımda bir çeşit Don Kişotluk yapmış olduğumu söyleyebilirim.
Benim amacım sadece bu alandaki bilgileri biriktirmek değildi. Web sitesi kurmak amacıma ulaşmak için attığım başlangıç adımıydı. Ben bununla yetinmeyip kadın çalışmaları alanında çalışanların bir araya gelmesini sağlayacak, daha kapsamlı bir organizasyonun hayalini kurdum hep. 1995’ten başlayarak yaptığımız kadın çalışmaları toplantıları ve kongreleri bizim senede en az bir kez buluşmamızı sağlıyordu ama daha kalıcı bir yapılanmaya ihtiyacımız olduğunu düşünüyordum. Buna her katıldığım toplantıda işaret ediyordum.
GT: En nihayet dernek fikri ile yola çıktınız. Bu yönde karar almaya sizi yönlendiren daha somut nedenler nelerdi? Neden böyle bir ihtiyaç olduğunu düşündünüz?
YE: Buna ihtiyaç demeli miyim, bundan çok emin değilim. Belki ihtiyaçtan ziyade Türkiye’de toplumsal cinsiyet ve kadın çalışmaları disiplininin görünürlüğünü ve saygınlığını artırmaya yönelik güçlü bir arzu. ‘Görünürlüğü’ diyorum, çünkü bu çalışma alanı geçen 40 seneye rağmen henüz çok da yaygın olarak bilinmiyor. Dahası, bu alan akademik çalışmaların yapıldığı bilimsel bir alan, bir disiplin olarak da görülmüyor. Bu nedenle, örneğin sivil toplum alanında kurulmuş kadın örgütlerinden bazıları da kendilerini ‘kadın çalışmaları’ yapan örgütler olarak tanımlayabiliyorlar. Kısacası, bu çalışma alanının ne olduğuna ve kimlerin ne tür çalışmalar yaptığına dair bir bilinmezlik var. Bu durum başlangıcından itibaren toplumsal cinsiyet ve kadın çalışmalarının önemli bir sorunu oldu. Son senelerde bir de buna toplumsal cinsiyet ile ilgili tartışmaların üzerini örtmeye, mümkünse büsbütün kaldırmaya yönelik eğilimler eklendi. Bu nedenle çalışma alanımızın görünürlüğünü artırarak yaygınlaşmasını ve güçlenmesini sağlamak amaçlarımızın başında geliyor.
İkinci olarak, derneğimiz toplumsal cinsiyet ve kadın çalışmaları alanında bilimsel çalışmalar yapan ve deneyimi olan kişiler arasında iletişim, etkileşim, bilgi alışverişi ve mesleki dayanışmayı artıracak ağlar kurmayı hedefliyor. Bunların kurulabilmesi için en elverişli ortamlar tabii ki ulusal ve uluslararası konferanslar, kongre, sempozyum ve benzeri bilimsel faaliyetler. Bunları düzenleyerek ve sonrasında da takım çalışmaları yoluyla bu faaliyetlere katılanların uzun süreli beraberliklerini sağlayarak bu alana önemli bir katkı yapacağımıza inanıyorum.
Öte yandan yüksek lisans programları toplumsal cinsiyet ve kadın çalışmalarının gelişimi için en değerli akademik ortamlar. Ama biz bu programları yürüten öğretim üyeleri olarak bugüne kadar verdiğimiz eğitim, benzerliklerimiz ve farklılıklarımız üzerine pek az tartıştışma yürüttük. Programlarımızın eğitim amaçları, derslerin çeşitliliği, içerikleri, çıktıları ve feminist pedagoji gibi benzer konularda çalışma grupları oluşturmak, birbirine yakın üniversiteleri buluşturacak bölgesel çalıştaylar düzenlemek, eğitimlerin niteliğini artırmamız açısından çok yararlı olabilir.
Araştırma, uygulama, eğitim ve yayın faaliyetleri yapmak ve yapılmasını teşvik etmek başka bir amacımız. Araştırma merkezlerinden bahsederken, onların genç araştırmacıları teşvik için verdikleri ödülleri önemli bulduğumu söylemiştim. Biz de dernek olarak bu tür bir girişimde bulunabilmeyi planlıyoruz. Tabii kaynak yaratabilirsek! Eğitim derken neleri anladığımı da biraz açayım: Derneğimizin üyeleri toplumsal cinsiyet ve kadın çalışmaları alanında son derece uzmanlaşmış kişiler. Onların bilgi birikimleri ile katkıda bulunacakları kurs, seminer, yaz okulu, uzaktan eğitim, bilgisayarlı eğitim gibi eğitim programlarının bu alandaki önemli bir boşluğu dolduracağını umuyoruz.
Tamamen toplumsal cinsiyet ve kadın çalışmaları konusuna odaklanan, bilimsel nitelikli, hakemli dergilerin sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor. Bu nedenle bu konularda çalışan bilim insanlarının çalışmalarına yer verecek bir dergi de en kısa zamanda ulaşmak istediğimiz bir hedef.
Çalışma grupları kurmayı da planlıyoruz. Özellikle feminist kuramlar, metodoloji ve epistemoloji ile ilgili tartışmaları yapabileceğimiz, feminist bilginin değişip dönüşmesini, buna yönelik meydan okumaları aramızda konuşabileceğimiz çalışma grupları… Feminist araştırma deneyimlerimizi birbirimize aktaracağımız gruplar da kurabiliriz.
Derneğin üyeleri, her biri kendine yakın bir akademik sosyalizasyon sürecinden geçmiş, yani benzer bir eğitim ve kariyer çizgisi olan, konuştuğu dili anlayan, kendine benzer ilgi alanları olan başka üyelerle ilişki kurma, yakın arkadaşlıklar oluşturma fırsatı bulacak. Aynı derneğin üyesi olmak dayanışma ve yardımlaşmayı olanaklı kılacak. Kendilerini akademik dünyada yalnız hissedenler bu yalnızlığı giderecek bağlar, arkadaşlıklar kurabilecek. Bunu çok önemli buluyorum. Özellikle içinde yaşadığımız pandemi benim düşündüklerimin doğruluğunu daha çok ortaya çıkardı. Pandemide herkes üniversitelerin ilham verici ortamından mahrum kaldı, evlerde yalnızlaştı. Elbette dijital ortamın sağladığı paha biçilmez imkânlar doğdu; webinarlar, sanal konferanslar gibi… Bunları yok sayamam. Ama benim söylemek istediğim ilişkiler daha kalıcı ve tatmin edici, daha derin ilişkiler. Bir çeşit akademik kız kardeşlikten bahsediyorum. Ayrıca dernek üyelerinin birbirine yakınlaşmasının sadece pragmatik bir motifle olmayacağını, bu yakınlaşmaların kalıcı dostluklar oluşturacağını da düşünüyorum.
Üyelerin her biri istediği faaliyeti önerebilecek ve kendisi koordine edebilecek. Bir arkadaşımız bir çalışma grubu kurabilir, diğeri ilgilendiği konuda arkadaşlarını biraraya getirerek uluslararası veya ulusal bir proje yürütebilir, bir başkası sözlü tarih atölyesi yapabilir. Kısacası, dernekte üyelerin gerçekleştirmek istedikleri çok sayıda ve çeşitli faaliyetler olacak ve en önemlisi, bunların neler olacağına kendileri karar verecekler. Dernekte en az hiyerarşi, yani en az dikey ilişkiler, en çok da yatay ilişkiler kurarak çalışabilmeyi amaçlıyoruz.
GT: Akademik dayanışmaya hep çok önem verdiniz hocam.
YE: Haklısın Gülşah’cığım. Şimdiye kadar tarif etmeye çalıştığım akademik dayanışmayı elde etmek kolay değil; bunun için çok sayıda ortam yok. Üniversitelerde bile başarmak zor olabiliyor. Derneğimiz bunu sağlayabilir. Dayanışma ağları kurmak aynı kuşaktan üyeler arasında olacağı gibi, kuşaklararası da olabilir ve ben esas bu ikincisinin gerçekleşmesini çok isterim. Akademik dayanışmadan birbirini desteklemeyi, hem aynı kuşaktan olanlar arasında etkileşimi artırmayı hem de genç kuşakları desteklemeyi, deneyim paylaşımını kastediyorum. Son 15-20 senede üniversitelerde toplumsal cinsiyet ve kadın çalışmaları alanında çalışan genç akademisyenlerin üzerlerindeki baskı çok arttı. Tabii bu saptama bütün bilim dalları için söz konusu ama ben şimdi özel olarak bu gruptan bahsedeceğim. Bu baskının iki boyutu var: Birincisi yayın ve yüksek performans baskısı. Uluslararası ve ulusal yayınların yapılmasındaki zorlayıcılık gençleri sıkıntıya sokuyor. Ben bu yayınları yapmasınlar demiyorum. Elbette Türkiye’nin uluslararası bilimsel yayınlar sıralamasında üst sıralarda yer almasını ben de çok isterim. Ama eğer gençleri yayın yapmaya teşvik edeceksek, onların özgür bir akademik ortamda çalışabilmelerini, araştırma fonlarına rahatça erişebilmelerini, makul sayıda ders vererek kalan zamanlarını araştırma ve yayın yapmaya ayırabilmelerini de sağlamalıyız. Aşırı ders yükleri olan çok sayıda genç kadın tanıyorum. Hele özel üniversitelerde çalışanlar arasında haftada 18-20 saat ders verenler az değil. Bu yük pandemi döneminde daha da arttı. Bu koşullarda genç akademisyenlerden yayın yapmalarını ve bugünün moda deyimiyle yüksek performans göstermelerini nasıl bekleyebiliriz? Onlardan beklenen şey sadece yayın yapmak da değil. Verdikleri derslerde başarılı olmaları, kongrelere ve çalıştaylarlara katılmaları, hatta bu tür akademik etkinlikleri kendi üniversiteleri için düzenlemeleri, sivil topluma katkı yapmaları bekleniyor ve bu beklentiler üniversiteden üniversiteye değişiyor.
Yıldız Ecevit
Toplumsal cinsiyet ve kadın çalışmaları alanında çalışan genç akademisyenlerin üzerlerindeki baskının çok arttığını ve bunun iki nedeni olduğunu söyledim. Biraz da ikinci ve daha önemli bulduğum bir konudan bahsedeyim.
Toplumsal cinsiyet ve kadın çalışmaları alanına ilgisi olan gençleri ve halihazırda çalışan genç akademisyenleri zora sokan bir durum var. Toplumsal cinsiyet eşitliği tartışmalarının geldiği noktadan ve bu eşitliğe ciddi bir karşı çıkış olduğundan bahsetmiştim. Sadece eşitliğe karşı çıkılmıyor; kavramın kendisinin bile kullanılması sorun oldu son zamanlarda. Bu alanda doktora tezi hazırlamak isteyen öğrenciler caydırılıyor, önleri kesiliyor. Toplumsal cinsiyet konulu derslerin verilmesine izin verilmiyor. Toplumsal cinsiyet ve kadın çalışmaları merkezi açmak isteyen üniversitelerden bu adı kullanmamaları isteniyor. Yüksek lisans programları keza… Biliyorsun, konuşmamızın başında sana Macaristan’da, 2018 yılında, Orta Avrupa Üniversitesi’nde kadın çalışmaları master programının kapatıldığını söylemiştim. İşte şimdi Türkiye’de de benzer durumlar yaşanmaya başlandı. Her gün bu bağlamda yeni bir haber alabiliyoruz. Metropol üniversitelerinde az, taşra üniversitelerinde daha çok olmak üzere baskı artıyor. Toplumsal cinsiyet ve kadın çalışmaları alanı diğer bütün akademik alanlardan daha fazla etkileniyor. Böyle bir ortamda ben derneğimizin genç akademisyenlere vereceği desteğin çok önemli olduğunu düşünüyorum.
GT: Ne tür destekler olacak bunlar?
YE: Örneğin gönüllü akademik destekçiler grubu oluşturmak… Derneğimizde gerçekleştireceğimiz faaliyetler arasında beni en çok heyecanlandıranlardan biri de bu. Üniversitelerin birçoğunda toplumsal cinsiyet ve kadın çalışmaları alanında ihtisaslaşmak isteyen gençler var, ama ya baştan ve doğrudan seçtikleri konu nedeniyle engelleniyorlar ya da engellenmiyorlar ama kurumlarında kendilerine danışmanlık yapacak öğretim üyesi bulamıyorlar. Yalnız kalmışlar; rehberlik, danışmanlık alamamışlar… Sonuç olarak cesaretleri kırılıyor. Derneğimizin yapabileceği en önemli şeylerden biri, bu gençlere yönelik bir gönüllü mentörlük programı hazırlamak ve sunmak. Üyelerimizden bazıları, çok değil, bir veya iki genç doktora öğrencisine ya da kariyer basamaklarının başındaki genç bilim insanlarına gönüllü mentörlük (ben ‘yönder’ demesini daha çok seviyorum) yapabilirse, işte hep bahsettiğim kuşaklararası bilgi ve deneyim aktarımı gerçekleşmiş olacak.
GT: Siz Türkiye’de toplumsal cinsiyet ve kadın çalışmaları alanının kurucularındansınız. Kariyerinize bu alanda başladınız ve bugüne kadar çok çeşitli şekillerde katkıda bulundunuz. Araştırma ve yayınlar yaparak, dersler vererek, master ve doktora tezleri yöneterek, konferanslar, çalıştaylar ve daha birçok akademik faaliyet düzenleyerek, akademik katkınızın yanında feminist hareketi destekleyerek… Tüm bu emeklerinize, geçmişten bugüne alana verdiğiniz değerli katkılara baktığınızda bugün ne hissediyorsunuz? “Ne kadar yol geldik, ne mutlu!” mu, yoksa “Gidiyoruz gidiyoruz, bitmiyor” mu?
YE: Ne güzel sordun! Önce tutku… Genç bir doktora öğrencisi oluşumdan bu yana alana nasıl tutku ile bağlanmış olduğum aklıma geliyor. Coşku, şevk, istek, gayret… Bunlar beni yönlendiren ve bu alanda çalışmaktan asla geri durmamamı sağlayan duygu ve dürtüler.
Engellenme de var tabii… Türkiye’de tanınmayan bir alanın ilklerinden olduğum için, yapmak istediğim çalışmalara ne kadar çok yerde, ne çok kişi tarafından engel konduğunu hatırlayarak üzüntü duyuyorum.
Hayal kırıklığı derken de bir dolu anı aklıma geliyor. En çok da toplumsal cinsiyet ve kadın çalışmaları alanını ciddiye almayanlar, bu alanın ve feminizmin tam olarak ne olduğunu bilmeden karşı çıkanlar, çarpıtanlar, küçümseyerek bakanlar olduğunda… Örneğin, Türkiye’de kadın çalışmalarının başlayışının üzerinden 30 yıl gibi uzun bir zaman geçmişken, bir uluslararası kongrenin açılış töreninde konuşan rektör yardımcısının “Bu kongrede feminizm çığırtkanlığı yapmayacağız” sözlerini hatırlıyorum. Düşün bir kere! Uluslararası bir kadın kongresinde yaşadığım ne büyük bir hayal kırıklığı!
Ve nihayet, iç rahatlığı… Bu çok güzel bir duygu! Yukarıda örneklerini verdiğim bazı olumsuzluklara rağmen, Türkiye’de toplumsal cinsiyet ve kadın alanında çok başarılı çalışmaların olduğunu görerek mutlu oluyorum.
İç rahatlığı duymamın bir başka nedeni, yeni bir kuşağın varlığı. Toplumsal cinsiyet ve kadın çalışmaları alanını, feminist kuram ve epistemolojiyi, bunlardaki değişim ve gelişimleri izleyen, feminist metodolojiyi kullanmayı önemseyen, özgün araştırmalar yapmayı önceleyen bir kuşak. Bu kuşağı tanıdıkça çalışma alanımızın Türkiye’deki geleceği hakkında umudum artıyor. Üstelik sadece Türkiye’de de değil… Akademik çalışmalarını başka ülkelerde yürüten ve Türkiye ile güçlü bağları olan pek çok genç tanıyorum ve onların katkılarını da dahil ederek konuşuyorum. Bak işte, sen Amerika’da doktoranı alıp geldin, önce Mapping Gender in the Near East çalıştayını, şimdi bu K24 dosyasını hazırladın. Böyle özgün araştırma ve projelerle, şu an kurduğumuz dernek gibi kurumsal çatılarla kazanımlarımızı, parça parça orada burada duran birikimlerimizi birleştireceğiz. Biz birbirimize bağlanacağız, birbirimize sarılacağız. Sen bana güç olacaksın, ben sana güç olacağım. Başka türlü olmaz, çok zor…
GT: Hocam, çok keyifli bir sohbet oldu. Değerli vaktinizi ayırıp tüm bu bilgileri bizimle paylaştığınız için çok teşekkür ederim.
YE: Çok doğru bir yoldasın, çok güzel şeyler yapıyorsun. Ben teşekkür ederim Gülşah.